Tarih boyunca, bütün dünya devletlerinde, din, sanat, ilim ve siyaset dâima iç içe olmuştur. Bu dördü, birbirlerini destekledikleri müddetçe de, hepsi birden yüceltmişler ve kuvvet buldukları cemiyeti de şahlandırmışlardır.
Bilhassa sanat, ve sanatın bir dalı olan edebiyat, çok cephelilik ve çehreliliğiyle, siyâset üzerinde çok daha tesirli olmuştur.
Çünkü; bir tarafıyla, estetikle, bir tarafıyla metafizikle, bir tarafıyla, sosyolojiyle, bir tarafıyla kültürle ve bir tarafıyla da tarihle sıkı irtibatı olan edebiyatın, muhakkaktır ki, siyaset üzerindeki hükümranlığı/hâkimiyeti bârizdir.
Siyaset; bir devletin iç ve dış münasebetlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesi faaliyeti olduğuna göre, elbette ki demokrasilerde, seçme ve seçilme gibi iki unsur olacağından, burada, güzel söz söyleme sanatına tesir edip kitleleri harekete geçirecek olan edebî üslûp önem arzeder.
Bir siyâsetçi, ne kadar hatip olursa olsun, mutlaka ve mutlaka, bir şâire müracaat etmek zorunda kalır. Hattâ, öyle siyâsetçiler vardır ki, -taraftar kazanmak için-hiç sevmedikleri veya sevmez göründükleri şâirden bile şiirler okuyarak halkı cezbetmeye çalışırlar.
Edebiyat Tarihçisi Ahmet Kabaklı, “Sanat ve Politika” başlıklı yazısında şu görüşü ileri sürer:
“Sanatkâr, politika, ideoloji ilişkileri, tarih boyunca hemen her toplumda söz konusu olmuştur. Politika ile ideoloji bazen birbirine karışır. Her ikisi de sanata, tek başlarına veya birlikte olarak el koyarlar. O hallerde, avuçlarına aldıkları her sanatkârı kurutur, körletirler.
Sanata politikanın müdahale etmesi, hele söz ve yazı sanatlarında çok mümkündür. Çünkü, diktatör veya politikacı, sanatın büyük tesir gücün den yararlanmak ister. “ (1)
Sosyolog S. Ahmet Arvasî; “Varlık Karşısında Tavrımız” başlıklı yazısında şu görüşe yer vererek umûmî bir perspektif çizer:
“İnsanın kurduğu kültür ve medeniyette, “ilim”, “sanat” ve “din” âdeta “üç sütun” gibidir. İnsanlık, bunlara dayanarak yücelebilmektedir. Yahut, insanlık, kendini koruyup geliştirecek “üç sığınak” bulmuştur; bunlar, “laboratuvarlar”, “sanat galerileri ve evleri” ile “mâbedlerdir”.
Bu durum aynı zamanda, insanın, eşya ve varlık karşısında , “üç tavrını” da ele verir. Gerçekten de bizim için herhangi bir obje, hem bir “laboratuvar malzemesi”, hem bir “sanat ham maddesi” ve hem de “ilâhî bir haberdir”.
(…) Bize göre, “ilim” objektif gerçeği, “sanat” sübjektif gerçeği, “dîn” mutlak gerçeği aramak demektir. Üstelik, bunlar, ferdî ve içtimâî hayatta, bir arada ve iç içe bulunurlar. İnsanlık, bütün tarihi boyunca, bu “üç gerçeği” koşturup durmuştur. O, laboratuvarda iken “eşyanın dili ile düşünmüş”, sanatkârken, fert ve cemiyet olarak, özlemlerini, ıstıraplarını ve çilelerini birer “beşerî çığlık” biçiminde ortaya koymuş, dindârken bütün kâinatın “Allah’ı zikreden varlıklarla” dolup taştığını müşahade etmiştir. “ (2)
Demek ki; bir sanatkârı, çevreleyen bir takım unsurlar vardır ki, bu unsurlar, şayet, o sanatkârın mesafe almasına izin vermez tavır taşıyorsa, hür düşüncenin ifadesi’nin bir kolu kesiliyor demektir.
Mâdemki mevzumuz, edebiyat-siyâset çerçevesindedir, o hâlde, Şâir-Yazar Yavuz Bülent Bâkiler’in “Edebiyatçısız Partiler” başlıklı dikkate değer yazısını okumalıyız:
“Fransız Edebiyatının meşhur isimlerinden Anatole France’ın bir iddiasına siz de katılmıyor musunuz? Hem o muhteşem eserleri dolayısıle Fransız Akademisi üyeliğine kabul edilen, hem de Nobel Edebiyat ödülüne lâyık görülen Anatole France diyor ki: “MİLLET, EDEBİYATI OLAN TOPLULUKTUR!” Ne kadar doğru! Edebiyatsız bir millet olur mu? Edebiyat bir milletin ruh dünyasıdır, gönül aynasıdır, dil hazinesidir! Bir millet hayatında, edebiyatın doğurduğu müthiş gücü veya edebiyatsızlığın yol açtığı misilsiz faciaları anlatmak için kırk sütunda yazmalı, kırk kürsüde konuşmalıyız.
(…) Anatole France gibi, edebiyatın millet hayatındaki önemini çok iyi bilen Atatürk ve İnönü, cumhuriyet devrimizin en seçkin edebiyatçılarını, fikir ve sanat adamlarını, kendi çevrelerinden kat’iyyen uzak tatmadılar. Meclis albümlerimizi inceleyenler, cumhuriyet devrimizin en kuvvetli kalem üstatlarını, CHP milletvekilleri olarak göreceklerdir. Ben, altmıştan fazla edebiyatçımızın, dört yılla-otuz iki yıl arasında değişen sürelerle CHP milletvekili olarak mecliste bulunduklarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Misâl mi istiyorsunuz? Sayayım öyleyse işte size: Hamdullah Suphi Tanrıöver, Adnan Adıvar, Mehmet Âkif Ersoy, Mahmut Esat Bozkurt, Yunus Nadi Abalıoğlu, Besim Atalay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yusuf Kemal Tengirşek, Samih Rıfat, Falih Rıfkı Atay, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Fazıl Ahmet Aykaç, Abdülhak Hamid Tarhan, Ahmet Rasim, İbrahim Alaattin Gövsa, Celal Sahir Erozan, Memduh Şevket Esendal, Aka Gündüz, İbrahim Necmi Dilmen, Ömer Asım Aksoy, Hasan Ali Yücel, Kâzım Nami Duru, Hüseyin Cahit Yalçın, Fuat Köprülü, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Kemalettin Kamu, Agah Sırrı Levent, Ethem İzzet Benice, Ahmet Kutsi Tecer, Emin Erişirgil, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Selahattin Batu, Behçet Kemal Çağlar, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Habib Sevük, Refik Ahmet Sevengil, Suut Kemal Yetkin, Yusuf Ziya Ortaç…ve daha niceleri.
Şimdi siz bana, CHP’nin bu çok güçlü edebiyatçıları, fikir ve sanat tarihçileri karşısında DP+AP+DYP sıralarından on edebiyatçı ismi sayamazsınız. Ne kadar yazık. Edebiyatsız millet olamayacağı gibi, edebiyatsız parti de dal-budak salamaz. Edebiyatçıları, fikir ve sanat adamları olmayan bir parti, halkın reyini fazlasıyla da alabilir, ama uzun süre iktidarda kalamaz.
(…)Sayın Süleyman Demirel, geçenlerde ikiyüzyirmi kişilik bir heyetle orta Asya Türk cumhuriyetlerine gitti. Onun bu çok mühim seyahatinin edebiyat dünyamıza da kazandırılması şartların şartıydı. Lütfen araştırınız bakalım, o kalabalık heyette kaç edebiyatçımız vardı? Eğer iki isim bulursanız beni de haberdar edin olur mu?” (3)
Şurası muhakkaktır ki, şu veya bu vesîle veya sebeple, her şâir, edip, ressam, müzisyen, ilim ve fikir adamının siyâsetle irtibatı olmuştur. Bâzıları, fiilen siyâsetin içinde, bâzıları da fikren destekte bulunmuşlardır. Bunların hepsi de, bir insan hakkı olarak meşrudur.
Ancak; her şeye rağmen, belli bir kaideye tâbi olmayan tâvizci-vaatçı-polemikçi siyâsetin , sanatı ve bilhassa söz ve yazı sanatı mensubu sanatkârları kendi safına çekerek istifade sağlamaya çalışması, zaman zaman istismarları da peşinden taşımıştır.
Siyâset, şayet sanatla mutabık olur ve onu, umumun faydası için değerlendirirse, vazifesini yapmış olur.
Siyâsi partilerin edebiyata bakışı, ‘particilik/partizanlık’ cihetinden olduğu müddetçe, sanat, gerçek vazifesini yapma imkânı bulamaz.
Ressam-Yazar Gürbüz Azak, “Sanatkârsız Siyâset?” başlıklı yazısında şu serzenişte bulunarak şunları söyler:
“Temelinde sanatın ve sanatkârın katkısı olmayan, sanat ve sanatkârla beslenemeyen siyâsetin hem tutamaksız, hem dayanaksız kalıvereceğini hesaplayamadık.
Adalet Partisi’nin sendeleyişi ondandı.
Doğu Yol Partisi’nin sarsılışı, Refah Partisi’nin yapayalnızlığı, MHP’nin çelimsizliği ondandı.
Hükûmete giriyor, yürütmeyi ele alıyor ama bir türlü “iktidar” olamıyorlardı.
Eksiklik apaçık ortadaydı. Sanatkâra ve aydın kesime sırtlar dönülüyor, sivil örgütlenmeler kaale alınmıyor, Ankara kimdeyse sadrâzam odur sanılıyordu.
Kayıplar büyük, sonuçlar acıdır.
Yüzde seksenlik potansiyele sahip milliyetçi ve memleketçi kesimin fotoğrafı dört ucundan yanık.
(…) Sanatsız, sanatkârsız, fikirsiz hiçbir hareket olmaz.
Olursa da işte bu kadar olur. İtelenir durursunuz.” (4)
Bu girişin ardından; hocası Prof. Dr. Mustafa Şekip Tunç’un, 1924 yılında, henüz yirmi yaşında iken, üniversiteyi bitirip Maarif Vekâleti’nin imtihanını kazanarak Paris’e yolcu ettiği sırada: “Tarihin malı olduğunu unutma” dediği; ve, Paris dönüşünden sonra, 1928 yılında yayınladığı 64 sayfalık “Kaldırımlar” adlı şiir kitabı üzerine, dönemin en önemli edebiyat tahlilcilerinden Yaşar Nabi Nayır’ın, kendisine, “Bir mısraı bir millete şeref verecek şâir” diye, iltifat ettiği; ve,
“Dâima biri diğerinden önde iki vasıf: Mütefekkir ve şâir. Yâhut da şâir ve mütefekkir. Şâirliği, başlıbaşına sarıcı ve sarsıcı; mütefekkirliği, başlıbaşına beyin zonklatıcı fakat ufuk açıcı.
Şâirliği mütefekkirliğinin, mütefekkirliği şairliğinin içinde, üstün bir idrâk ve faziletli bir imânla kaynaşmış hâlde.
Üslûp: Harikulâde ve nefes kesen cinsten.
Düşündüren, düşünen, ürperten, titreyen, titreştiren, saran, sarsan ve geliştiren bir beyin; fakat, dâima birleştirici, kaynaştırıcı, genişletici, dâvetçi, tebliğci, kucaklayıcı, inandırıcı, güzelleştirici, ferahlatıcı, sevdirici…bir mecrâda akıp gitmekte.
Dâima hür mânada alenî, cesur, tâvizsiz ve dehâ misâli bir zekâ.
Kıvrandıran, kıskandıran ve zaman zaman da âdeta çıldırtan bir idrâk numunesi.
Şiiri tefekkürüne; tefekkürü de şiirine dar gelen bir dâhî
Şâir, hikâyeci, romancı, tiyatro yazarı, senarist, nükteci, biyografici, otobiyografici, denemeci, târih tahlilcisi, fıkra muharriri, dînî irşâd edici, heccâv, münekkit, gazeteci, muallim, estetikçi, polemikçi…ve hatip” (5) olarak vasıflandırılan Türk edebiyatının son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl Kısakürek’i bir numûne olarak ele alacağız.
Necip Fâzıl, fiilen siyasetin içinde bulunmamakla birlikte, 1940’lardan itibaren, siyâsetle sıkı irtibatlı olmuştur. Şüphesiz ki, daha önceki dönemlerinde yazdığı şiir ve tiyatro eserleri ile çıkardığı dergiler, şu anki mevzumuzun dışındadır.
Bu mânada, yâni siyâsî görüşlerini ifade eden şiirlerini topladığı “Öfke ve Hiciv” adlı kitabı, baştan sona kadar, bu hücûmları ihtiva eder.
İlk sert tavrını, 1947’de yazdığı ve dönemin başbakanı Recep Peker’i hedef alan, “Yeni Receb Şarkısı” adlı şiiridir:
“Recebim,
Sana fikir vereceğim!
Almazsan
Kamutaya gideceğim!
Devrimizin erlikte pek, peklikte er Recebi var;
Esrarını sızdırmıyor henüz ammâ sebebi var.
Ne liberal, ne komünist, ne Müslüman, hepsine zıt;
Zâhir onun, her mezhebin dışında bir mezhebi var.
Bir hatâda, herkes kabul edenedek ısrar eder,
Taşı suda yüzdürecek pek sebatkâr meşrebi var.
Geç yiğidim, sana güven oyu vermek kimin haddi?
Asıl senden bu milletin bir itimad talebi var.
Yüzün asık diye çatma şu zavallı İstanbul’a!
Ne söylesin, söyleyemez, bir kupkuru edebi var.
7 Eylül kararları bize bir yurt getirdi ki,
Gümrüğünde yarar mal yok, denizinde şilebi var.
Maârifin nesi eksik, Hasan Aii Yücel’e sor:
Foliberjer revüsünden* daha baskın mektebi var.
Rakısiyle, sıtmasiyle ne mesuttur, Anadolu!
Bir sabırlı yüreciği, bir de gamsız merkebi var.
Tek taraflı ispatlarla geçtiyse de yirmi beş yıl;
,Bugünlerin arşınında, yarınların Halebi var.”
(*Folies-Bergere: Paris’te ünlü bir gece kulübü) (6)
Necip Fâzıl; şiiri bir kişiye ithâf etmesine rağmen, âdeta bir dönemin panoramasını çizer. Zîra; fikren, en çok muarız olduğu siyâsî dönem, bu dönemin mensuplarıdır ve en çok hicvettiği kişi ise, İsmet İnönü’dür.
Bilâhare, 1950’de, Adnan Menderes, büyük bir oy oranıyla seçimi kazanır ve iktidara gelir. Tek partili dönemin ardından, Necip Fâzıl’ın, en büyük ümidi O’ndadır. 1955’te yazıp, bizzat kendisine gönderdiği;
“Menderes ah Menderes!
Yüksek sanatına pes!
Ele geçmiyor nabzın
Ne bir ses, ne bir nefes!
Aştın ses duvarını,
Sürünsün yerlerde ses.
Nasıl derim kendime:
Ondan ümidini kes!!”
(7) diye başlayan “Menderes” başlıklı şiiri, O’nun için başlıbaşına, gerçekten bir ümit ışığıdır.
Adnan Menderes’in başında bulunduğu DP iktidarı, 27 Mayıs 1960 darbesiyle indirilir. Menderes’in hazin bir şekilde îdâm edilmesi üzerine Necip Fâzıl, meşhur “O Zeybek” ağıtını yazar.
Şâir, bundan sonra, yeni bir arayışa girer ve bu yeni ümid de, Süleyman Demirel’ dir. “
Of Aman!” şiirine;
“Ne yaman
Bir zaman”
Mısralarıyla başlayıp, dertlerini ortaya döktükten sonra, O’na, şöyle seslenir:
“Derde yok
Hiç derman.
Yok Türk’e
Tercüman
Nerdesin
Süleyman?
Bu hâlden
El aman!
Aman, of!
Of, aman!” (8)
Bu da çok sürmez; O’nun yaptığı bâzı işlerden memnun kalmaz ve Demirel’e âdeta ateş püskürür. “Süleymannâme” başlıklı şiirinde, O’nu ağır sözlerle ithâm eder ve şunları söyler:
“Sen gül diyarının yapma gülüsün!
Aynı yapmacıkla Çoban Sülü’sün!
Yoktur izlediğin bir dâva yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bu zikzaklı yolda hep, güdülüsün!” (9)
Necip Fâzıl; artık, desteklemek için yeni bir siyâsî arayış içindedir.
“ O yıllarda, Necmettin Erbakan tarafından, Demirel'e muhalif, İslâm'ı esas alan yeni bir siyâsî parti kurulunca, Necip Fâzıl rotayı o tarafa çevirir ve aradığını bulduğunu düşünür.” (10)
Hulâsa olarak, Necip Fâzıl, Necmettin Erbakan’ın partisinden de vazgeçer ve şöyle der:
seçimlerine kadar ilk müşahedelerim inkisar verici oldu. Erbakan, ilk defa bağımsız mebus çıktığı Konya'daki bir açık hava toplantısında kendisine uzanan ellerin köprüsünden geçip, gayet rahat ve pişkin, başların üstüne oturunca irkildim ve bu hareketi Ankara'da, partisinin kuruluş toplantısında da tekrar ettiğine şahit oldum. Erbakan o günden beri gözüme, dışından mütevazı ve mütebessim, müthiş bir kibir ve taazzum heykeli gibi göründü; ve bu görüşüm her vesileyle kuvvetlendi." (11)
Fâzıl – Alparslan Türkeş irtibatı, bu ‘kopuştan’ sonra , bir “beyannâme” ile başlar ve vefatına kadar devam eder.
Bu irtibat veya yakınlaşmayı, sâdece kısa bir not olarak Necip Fâzıl'ın kaleminden nakledelim:
Türkeş, 3 Mayıs günü "Türk Milletine Beyânnâme" başlığı altında kaleme alıp bütün ajanslara ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı târihî bildiri ile, takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu.
“ (…) İçi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah'ın inâyeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun. Necip Fâzıl Kısakürek"(12)
“Bu "beyânnâme"lerin yazıldığı yıl, 1977'dir ve Necip Fâzıl 73, yaşındadır. Bu sebeple; O'nun , "bundan böyle yeni inkisarlara tahammülü kalmayan yanık yüreği "nin geçirdiği çileli bekleyişleri de iyi tahlil etmek mecbûriyetimiz vardır. Yeni mâceralar aramaya girişecek ne zamanı ne de takâti vardır. Birinci "inkisar"ın sarsıntısını atlatamadan, ikincisi, bu yaşta kendisine oldukça ağır gelebilir.”
(…)Biri: Şâir, edip, mütefekkir; diğeri: Asker, siyâsetçi ve fikir adamı olan iki muhterem zat, milletin huzurunda ve şâhitliğinde, şanlı târihimize bir kayıt daha düşerek, geleceğe doğru büyük bir hamlenin temelini atmışlardır.” (13)
Edebiyat-siyâset münâsebetinde ele aldığımız, millî ve dînî/İslâmî konularda hassas ve büyük mücâdeleler vermiş olan son Şâirler Sultanı Necip Fâzıl ile, aynı hassasiyetle mücâdele veren ve Türk Dünyası’nın büyük birliğini hedefleyen bir siyasetçinin muhabbeti, Türkeş’in kurduğu Milliyetçi Hareket Partisi’yle irtibat tesis edişinden sonra, ‘siyâsî hatip olarak meydanlara çıkışı”, O’nun için bir ilk olmuştur. “Siyâsî hatip olarak”; çünkü, Necip Fâzıl, daha önceleri, salonlarda ve meydanlarda fikir ve sanat adamı olarak zâten bulunuyordu.
Netîce olarak şunu söyleyebilirim ki; dünyadaki bütün siyasi faaliyet ve hareketlerin fikrî ve sürükleyici gücü, muhakkaktır ki, ilim, fikir ve sanat adamlarıyla başarıya ulaşır. Söylemek istediğim; gelip geçici başarılar değil; köklü ve kalıcı başarılardır.
Her fikir mensubunun kendisine yakın bulduğu siyâsî görüşle irtibatlı olması gayet tabiîdir. Muhakkaktır ki, millî ve mânevî değerlere sâhip şâir, edib ve ilim adamları da, kendilerine yakın buldukları siyâsî partilere destek verirler ve tabiî olarak da, onlardan destek beklerler.
Şu var ki, siyâsî partiler, muarızlarına karşı, sâdece kendi hedeflerine bakarlar. Ancak; sözünü ettiğimiz şâir, edip ve ilim adamları,-Necip Fâzıl örneğinde gördüğümüz gibi- meseleyi daha geniş bir açıdan gözlerler ve istikamet tayininde uyarıda bulunurlar. Sâdece muarızlarını değil, aynı görüşte bulunduklarını da tenkitten çekinmezler.
Necip Fâzıl; ümit beslediklerini ve desteklediklerini ise, önce öğmüş, fakat, arzu ettiği neticeyi göremeyince de, aynı muarızlarını tenkit ettiği derecede onları da yermekten geri durmamıştır.
Millî Mücâdele dönemimize baktığımız zaman, fiilen harbe katılmasa bile, şâir–edib Mehmet Âkif, âdeta cephedeymiş gibi, bu mücâdelenin içinde bulunmuştur.
Yine; Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edib ve Süleyman Nazif gibi şâir ve edibler de fiilen faaliyette bulunmuşlardır.
Demek ki, şâir ve edibler, ve umumi bakışla sanatkârlar, vatan müdafaası söz konusu olunca can vermekten de geri durmazlar.
Çanakkale Harbi sırasında, İngiliz şâir Rubert Brooke (1887-1915); Türk vatanını işgal edebilmek için sömürgeci kaatiller ordularıyla savaşa katılmış, Çanakkale’ye gelmiş ve bundan duyduğu memnuniyeti de dile getirmiştir. Hattâ; ölümünden sonra, arkadaşları, onun mezar taşına şu mısraları yazmışlardır:
“Yatar burada Tanrı’nın kulu bir İngiliz teğmen
Ki İstanbul’un Türkler’den kurtulması uğruna öldü.” (14)
Bu Rubert Brooke misâlini de, Millî Mücâdelemiz sırasında, askerlikten ‘muaf’ tutulduğu hâlde Rusya’ya kaçan ve Moskova havaalanına inince de, “Beni, Stalin yarattı” diye böbürlenen bir zâtın vatan meselesindeki mevkisizliğini gözler önüne sermek için ve ibret olsun diye yazdım.
Şâir, edib, fikir ve ilim adamı dediğin, önce, milletini, vatanını ve bayrağını sevecek; onlar için mücâdele verecek, ve gerekirse, bu uğurda kendini fedâ edecektir.
Burada; S. Ahmet Arvasî’nin sözünü ettiği, “ilim-sanat-din” üçlüsünün önemini iyi düşünmek lâzımdır. Çünkü; ancak, bunların toplaştığı “millî ruh”, başarıyı sağlayabilir!..
KAYNAKLAR
1.Ahmet Kabaklı, Sanat ve Politika, Türkiye Gazetesi, 16 Şubat 1995, Sf. 2
2.S. Ahmet Arvasî, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, Türkmen Yayınevi, İstanbul 1982, Sf. 48-49
Yavuz Bülent Bâkiler, Edebiyatsız Partiler, Türkiye Gazetesi, 16 Mayıs 1992, Sf. 8
4.Gürbüz Azak, Sanatkârsız Siyâset, Türkiye Gazetesi, 5 Nisan 1999, Sf. 2
5. M. Halistin Kukul, Çileni Sultanı, İlkadım Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yayını, Samsun 2013, Sf. 67
6.Necip Fâzıl Kısakürek, Öfke ve Hiciv, b.d. Yayınları, İstanbul 1988, sf.6-7
7.a.,g.,e., Sf. 10
8.a.,g.,e., Sf.11
9.a.,g.,e., Sf. 40
10. M. Halistin Kukul, Necip Fâzıl ve Alparslan Türkeş, wwkapsamhaber.com-01 Nisan 2014-16.09; Aydın Efesi Dergisi, Mart-Nisan 2015; Sf. 20-22
11.Necip Fâzıl Kısakürek, Rapor-3, b.d. yayını, İstanbul 1977, Sf. 67
12. a.,g.,e., Sf. 86-88
13.M. Halistin Kukul, Necip Fâzıl Kısakürek ve Alparslan Türkeş, a., g., makale
14.tr.wikipedia.org/şiki/Rupert_Brooke
EDEBİCE DERGİSİ, SAYI: 33, KIŞ/2023, SF. 30-34