Biz okurduk o yıllarda. Öyle günler olurdu ki başımızı kitaplardan ayıramadığımız, güttüğümüz hayvanlar uzaklaştığında acele koşturduğumuz günlerimiz vardı.
İngiliz yazar Emily Bronte’nin (1818 - 1848) ilk baskısı 1847’de yapılmış tek romanının adıdır Uğurlu Tepeler.
Okuyalı kaç yıl oldu, bilemem.
Okuduğum kimin çevirisidir onu da bilemem ama oradaki tasvirlerin güzelliğinin tadıyla baktım yaza, kışa, rüzgâra, yağmura, sislere yıllarca.
Çeviri eserlere imza atanların iki dile birden hâkim olması eseri unutulmazlar arasına yerleştiriyor zihnimizde.
Daha önce okuduğum bir çeviri eserin başka çeviricilerce yapılmış baskılardan aynı tadı alamadığımı belirteyim.
En az elli yıldan bu yana ne zaman tek katlı bir evde rüzgârlı bir kış gecesi geçirsem romanı okuduğum günlerin duygularına giderim.
İlkokul 4. Sınıftayken okuduğum ilk roman “Dağlar Kralı Balçıklı Ethem” (Refi Cevat Ulunay) adlı bir eşkıya romanıydı.
Ethem’in haksızlığa karşı mücadelesi benliğime yapıştı adeta. Hele bir baskın sonrası kaçarken küçük bir dereyi taşlardan seke seke karşıya geçişi, ardından:
“Hem okudum, hem yazdım
Yalan dünya senden bezdim
Dağlar koyağını gezdim…” diye türkü söyleyişinin bendeki etkilerini nasıl anlatsam...
Ben bu türküye beste yapayım, kendimce söyleyeyim, yıllar sonra türkünün aslını radyoda dinleyince, besleyip büyüttüğü kuzusunu kurt kapmış çocuk gibi olmayayım mı?
Yıllar sonra Fransa’da hafif karlı bir günde üç beş arabayla yaptığımız yolculukta, arazının dikleştiği bir fundalıktan köpürerek akan dereyi görünce heyecanla bağırışımı görseydiniz.
-Dur, abi arabayı hemen durdur, dedim, durduk. Atladım arabadan aşağı, koştum dere kenarına. Diğer araçtakiler de durdu. Merak içinde soruyorlar
-Hocam n’oldu, diye ama Balçıklı Ethem’le o dereden seke seke geçmek gelmiş aklıma, bırakır mıyım?…
-Şurada, sanki memleket derelerindeymiş gibi taştan taşa karşıya geçmece oynamadan gitmem, dedim.
Gülüştülerse de ardım sıra zıplayarak geçtiler karşıya. Mutlu olmuştuk hep beraber.
Onlara, Balçıklı Ethem’den hiç söz etmedim.
Öğretmenimin elime tutuşturduğu o kitabın bendeki izleriydi koskoca adamları yıllar sonra ana vatandan binlerce kilometre ötede taşlar üstünde sek sek oynattıran bana…
Aslına bakarsanız, okuduğumuz romanlar bizi başka diyarlara, duygulara, çağrışımlara götürüp ufkumuzu genişletirken gelecek hayatımızı da renklendiriyor zaman zaman.
Karşılaştığımız her yeni durum, romanlardan birindeki yaşanmışlığın tecrübesini sunarak davranışımızı yönlendirmez mi çok kere?
Okuma alışkanlığı kazanmamızda hikâye ve romanlar çok etkili bir rol oynar.
Gençlik yıllarımızda okuduğumuz romanlar üzerine yaptığımız sohbetlerin tadını unutmadık.
Orta 2. Sınıflardan birinin rehber öğretmeniydim. Onlarla şöyle bir çalışma başlattım:
Haftanın bir günü televizyonları kapatarak otuz dakikalık bir sesli okuma saati yapmalarını öğütledim. Belirlediğim metinler okunacak, üzerinde konuşulacak, ardından da o günün değerlendirilmesi yapılacaktı. On beş gün sonra sınıfta durumu değerlendirecektik.
Bu uygulamayı ancak sınıfın yarısı kabul ettirebilmişti evde. Asıl amacım aileleri tanımaktı bir bakıma. Ana, baba ve çocuklar arasındaki sevgi ve saygıyı, kısaca uyumu da gözleyecektim…
Güzel geri dönüşler aldım. Hiç unutamam, bir velimiz okula gelerek şunları söyledi:
-Hocam, size çok teşekkür ederim. Sayenizde birbirimizi daha iyi tanımaya, anlamaya başladık evde. O, haftada bir gün bile çok değerliymiş meğer…
TV dâhil kaç tane telefon varsa, o kadar yalnızlar topluluğu bir arada yaşıyor evlerimizde, parklarda, insanların olduğu her yerde.
Cumhuriyete Osmanlıdan gelmiş yazarlarımızın anılarından öğreniyoruz ki o zamanlar evlerde bir kişi sesli sesli kitap okur, herkes dinlermiş uzun kış gecelerinde. Bunların “Bin bir Gece Masalları, Hz. Ali’nin Cenkleri, Evliya Menkıbeleri…” türü eserler olduğunu belirtiyorlar…
Anlamadım, “bu asırda işimiz zor” mu dediniz?
Biliyorum, zor ama bir yolunu bulamazsak konuşarak derdini anlatabilecek, bizi sağlıklı anlayabilecek torunlarımız olmayacak.